Kürt Meselesinde 2000’li Yillara Genel Bir Bakiş
2000li yılların başından itibaren Türkiye’deki siyasi rejim ve toplumsal formasyon yeni bir dönemin başlangıcını işaret edecek derinlikte bir dönüşüm yaşıyor. Bu dönüşüm sürecine Ortadoğu’daki siyasi dengelerin çarpıcı bir şekilde alt üst oluşu eşlik ediyor. Bu koşullar altında Kürt sorunu olarak adlandırılan meselenin içeriği ve Türkiye siyaseti ve toplumu açısından anlamı farklılaşıyor. Kürt sorunu; 1990’ların başından itibaren akademik ve politik tartışmalarda Türkiye’deki devletin cumhuriyet tarihi boyunca Kürtlere yönelttiği inkar ve asimilasyon politikalarını ve bu politikaların uzantısı olarak kabul edilen sorun alanlarını kapsıyordu. Buna göre devlet söyleminde “terör” başlığı altında ele alınan, son otuz yıla yayılmış savaş başta olmak üzere “Kürtlerin” resmi olarak inkar edilmesi ile ilgili her türlü siyasi mesele “Kürt sorunu” başlığının bir parçası olarak düşünülüyordu. Devlet; Kürt bölgelerinde kızgınlaşan savaş ve Kürt hareketinin legal siyasette artan etkinliği başta olmak üzere Kürtlerle ilgili meseleler karşısında başvurduğu militarist politikalarda ısrar ederken, “Kürt sorununun” varlığına işaret eden kesimler çözümün geniş demokratik reformlar içerisinde Kürtlerin varlığının resmi olarak tanınması ile çözüleceğine işaret ediyorlardı. Bugün 2014 itibariyle geldiğimiz noktada ise “Kürt sorununu” bu içerikle sorunsullaştırmak artık yetersiz hale geldi. Bu durum; Kürt sorununu salt demokratik haklar ve özgürlükler meselesi, çözümü de devletin asimlasyoncu politikalarının değiştirtilmesi olarak sunmayı mümkün kılan politik, ideolojik ve toplumsal zeminin son 10 yılda kademeli bir şekilde aşınmış olmasıyla ilgili.
Bildiğimiz “Kürt Sorununun” Zemini Nasıldı?
Peki “Kürt sorununa” bahsettiğimiz önceki tipik içeriğini veren, 2000’li yıllar öncesine damgasını vuran ama şimdilerde aşınmış zemin nasıldı? Buna yönelik üç saptama yapmak mümkün. İlk olartak; siyasi düzlemde Kemalizmin asimilasyoncu ulusçuluk projesinin eksenininden sapmayan bir iktidar bloğu veya devlet aygıtı söz konusuydu. Kimi politikacıların ve iktidar sahiplerinin münferit “reformist” açıklamalarına veya eylemlerine rağmen “devletin” genel politikası bu asimilasyonculuk eksenine oturuyordu. İkinci olarak; Kürt muhalefetinin gündeme taşımaya çalıştığı sıkıntılar, Kürtler adına dillendirdikleri talepler ve önerdikleri çözümler Türkiye’deki Kürtleri kapsayan, daha çok Türkiye ölçeğinde bir siyasi projeye denk düşüyordu. Üçüncü olarak ise; “Kürtlere” yönelik söylem üretiminde devletin ideolojik aygıtlarının kurmaya çalıştığı algı ile “toplumsal algı” ya da “Türkler” arasındaki Kürt algısı arasında tam bir örtüşme olmasa da bir uyumsuzluk söz konusu değildi. “Kürt sorununun” devletin asimilasyonculuğuna karşı bir kültürel siyasal haklar meselesi olarak ortaya konması bu üç eksen üzerine tarif ettiğimiz zeminde bir anlam kazanıyordu.
Bildiğimiz “Kürt Sorununun” Sonu
2000’li yıllarda “Kürt sorununun” üzerinde yükseldiği bu zemini aşındıran süreçler ise şunlardı: Özellikle AKP dönemi ile birlikte Kemalizmin, Türkleştirme amaçlı inkarcı politikasının belirlediği söylemlerin ve politikaların yerine daha çok Kürtleri “milletin” kültürel/folklorik bileşeni olarak konumlandıran, onun bir etnik grup olarak varlığını kabul eden yeni bir proje devreye sokuldu. Bu proje, “Türklüğü” Müslüman nüfusun tümünü kendi bünyesinde eritici bir kategori olarak sunan Kemalist resmi ideolojiye karşı, Sünni kültürel ortaklıklara vurgu yapan bir “millet” kategorisini temel alıyordu. AKP’nin projesi, Kürtleri bir ulusal kategori olarak reddetse de, Kemalist politikalardan farklı olarak bu dinsel referanslı millet kurgusunun kültürel bir rengi olarak tarif ederek, siyasal olmayan bir “tanıma” öneriyordu. Aslında AKP dönemi ile belirginleşen bu yeni devlet stratejisi Türkiye toplumunu ortak bazı kültürel değerler üzerinden bir siyasi birlik olarak tarif etmesi, bu birliğin ortak çıkarlara sahip olduğu söylemine yaslanması açısından bir tür milliyetçilik biçimiydi. Bu yeni milliyetçilik kurgusu, “milleti” ortak dinsel referanslar üzerine inşa etmesi açısından Kemalist milliyetçilikten farklı olarak, Kürtlerin etnik/kültürel varlığını bir bileşen olarak kabul etmeye müsait bir mahiyete sahipti. AKP, önerdiği bu yeni “millet” projesiyle, daha önce devletin bütün bir ideolojik ve siyasi yönelimini sorgulamanın zeminini teşkil eden “Kürt sorununu” kendi iktidarını sağlamlaştıracak yeni bir rejim inşasının parçası haline getirdi; bu talepleri kendi ideolojisi ve siyasi stratejisi içerisinde soğurmaya çalıştı. Bu yeni yönelim, daha önce Kürt sorunu ve demokratikleşme talepleriyle devleti ve Kemalizmi eleştiren pek çok liberal “kanaat önderinin” ve bazı Kürt muhaliflerinin AKP’nin yeni rejim inşasına destek vermesine neden oldu. Tüm bunlar, devlet aygıtının Kürtlere yönelik daha önceki yekpare ve kemikleşmiş stratejisinde yapısal bir değişikliğin ortaya çıktığına işaret ediyordu. “Kürt sorunu” ise artık mutlak anlamda devlete muhalefet etmenin ve yerleşik kurumları sorgulamanın zemini olmaktan çıkmaya başlamıştı.
İkinci olarak, 2003’teki ABD’nin Irak işgalinin ardından Irak Kürt Bölgesel Yönetimi’nin Irak Kürdistanı’nda siyasi otoritesini güçlendirmesi ve iktisadi anlamda geçmiş dönemlere kıyasla istikrarlı bir hakimiyet kurmasıyla Irak’taki Kürtler uluslararası camia tarafından da tanınan meşru ve kalıcı bir siyasi temsilciye sahip oldu. Irak Kürdistanı’nın Türkiye’ye komşu, henüz bağımsız bir devlet statüsünde olmasa da devletleşme yolunda ilerleyen özerk bir siyasi varlık konumuna ulaşması Türkiye’deki Kürt meselesinin ülke ölçeğine sıkıştırılamayacak bölgesel bir boyut kazanmasına yol açtı. Zira hem devlet hem de Kürt hareketi Kürt sorununa dair stratejilerini belirlerken artık belirli bir istikrar yakalamış olan Irak Kürdistan’ındaki siyasi otoritenin varlığını önemli bir parametre olarak göz etmek durumunda kaldılar. Bu durum Türkiye’deki “Kürt sorununu” bölgesel dinamiklerin etkisine her zamankinden daha fazla açık hale getirerek onu sadece Türkiye ölçekli bir devlet geleneği ve demokratikleşme meselesi olarak kavrayan eğilimleri hem düşünsel hem de politik olarak yetersiz kılmaya başladı.
Kayganlaşan Zeminde Kürt Hareketinin Stratejileri
Kürt sorunun, bu toplumsal, siyasi ve ideolojik süreçler sonucunda, eski sınırlı tanımının dışına çıkması karşısında Kürt siyasi hareketi kendisine yeni siyaset kulvarları açmaya yönelik bazı hamleler ortaya koymaya çalıştı. Irak Kürdistanı’nın istikrara kavuşması karşısında 2000’li yılların ortasında Ortadoğu ölçekli “demokratik konfereralizm” projesi ortaya atıldı. Bu proje İran’da, Türkiye’de, Suriye’de ve Irak’ta oluşacak bir Kürt yapılanmasının tüm Kürtleri bir araya getirerek kendi federasyonlarını kurmasını öngörüyordu. Bu proje, Türkiye’deki Kürt hareketinin Barzani/Talabani çizgisi tarafından temsil edilen Kürt siyasi otoritesine alternatif bölgesel ölçekli bir siyasi hat belirlemesine ve böylelikle de Ortadoğu’nun geleceği konusunda kendisini ayrı bir siyasi aktör olarak inşa etmesine yönelik olarak tasarlanmıştı.
Kürt sorununun “kültürel haklar ve özgürlükler” eksenindeki tarifinin AKP hükümetinin yeni millet projesiyle mutlak anlamda bir muhalefet zemini olmaktan çıkması sürecinde ise 2007 yılı itibariyle Kürt hareketi “demokratik özerklik” hedefini ortaya koydu. Demokratik konfederalizmden farklı olarak “demokratik özerklik” Türkiye’nin idari yapısının baştan aşağıya değiştiği, yerel yönetimlere ve böylelikle de Kürt çoğunluğun olduğu yerleşim bölgelerine geniş özerklik veren bir sistem tarif ediyordu. AKP’nin Kürtlerin “tanınmasına” dair gündemi soğurması karşısında “demokratik özerklik” Kürt halkının talepler çıtasını daha da yukarı çıkararak Kürt hareketinin siyasi iktidardan bağımsız ve ona rakip bir siyasi pozisyon belirlemesini mümkün kılacaktı. Diğer yandan ise AKP’nin Kürt sorununun bahsedilen kültürel haklar boyutlarında inisiyatif alması karşısında Kürt hareketi 2000’li yılların bazı önemli dönemeçlerinde AKP hükümeti ile müzakere süreci içerisine girecekti. Demokratik özerklik her ne kadar çerçevesi çok net olmasa da Kürt hareketine ayrı bir ideolojik ve politik eksen çizmeyi, müzakereler ise onu değişen ülkesel ve bölgesel dinamikler içerisinde bir aktör haline getirmeyi amaçlıyordu.
2013 yılına girildiğinde Kürt hareketi daha önce uzun bir süre kapanmış olan AKP ile müzakere sürecini yeniden başlatma olanağını yeniden yakaladı. Bu kez, içeriğine tam vakıf olunmasa da kamuoyunun bilgisi dahilinde sürdürülen görüşmeler, PKK liderliğinin Türkiye’deki güçlerini geri çekmesini, devletin Kürtlerin siyasi hakları konusunda bazı adımlar atmasını ve nihayetinde de 30 yıldır sürmekte olan savaşın geri döndürülemez bir şekilde sona erdirilmesini öngörüyordu. Bu şekilde Kürt hareketi, bir yandan kendine mahsus, demokratik özerklik projesini öne çıkarmaya devam ederken diğer yandan da bazı açılardan siyasi inisiyatif almış gibi gözüken AKP ile pazarlıkları sürdürme politikasını devam ettiriyordu. 2013 Mart Newroz’unda okunmak üzere yazılan Abdullah Öcalan’ın mektubu ise bu iki stratejisinin bir bileşkesini içeriyordu: Mektup; müzakere sürecinin tarihsel önemine değinmek ve Öcalan’ın formüle ettiği demokratik modernite yaklaşımının kimi ilkelerini vurgulamak yanında AKP’nin yeni Osmanlıcı vizyonuyla diyaloğu açık tutacak şekilde Ortadoğu coğrafyasındaki halkların ortak dinsel değerlerine ve Osmanlı’nın yıkılışından sonra ortaya çıkan sınırların “yapaylığına” vurgu yapıyordu. Kısacası 2013’ün ortalarına gelindiğinde Kürt hareketi bölgede AKP’nin varlığını veri alma, onunla bir müzakere yürütmeyi mümkün kılacak çizgileri gözetme ve kendi biriktirdiği gücünü bu çizgiler dahilinde yürütülen barış sürecine kanalize etme eğilimi içerisindeydi.
2013: Kürt Sorununda Yeni Eşik
Diğer yandan, Türkiye tarihinin belki de en çalkantılı yıllarından birisi olarak anılmaya namzet olan 2013 ise bu yeni içeriğiyle ortaya çıkan Kürt sorununa başka boyutlar ekleyerek onu iyice karmaşıklaştırdı. 2013’teki bazı gelişmeler 2000’li yıllar boyunca AKP tarafından inşa edilmeye çalışılan yeni rejimin altındaki zemini kaydırmaya başlayarak, Kürt hareketinin bu zemine bir reaksiyon olarak geliştirdiği yukarıda bahsedilen yönelimlerin geçerliliğini de sorgulanır hale getirdi.
2013 yılına girildiğinde önceki yıl başlayan ve Türkiye’nin de bir tarafı haline geldiği Suriye’deki iç çatışma Esad rejiminin gösterdiği direnç, Rusya ve İran’dan aldığı siyasi yardım ve Lübnan Hizbullah’ının askeri desteğiyle bir çıkmaza doğru sürükleniyordu. İç savaş belirsizliği içerisinde Rojava’da PKK çizgisini temsil eden PYD’nin askeri ve siyasi otoritesini tesis etmeye başlaması Kürt sorununun hali hazırda Türkiye ölçeğinin dışına çıkmış yapısını daha da perçinlemiş oldu. Üstelik, bu kez “bölgeselleşme” Barzani çizgisinin belirleyiciliğinde değil, PKK eksenindeki bir hareketin de bilfiil dahil olduğu bir süreç haline gelmişti. Rojava’daki yeni durumun Türkiye siyasetindeki yansımaları bir yana, Suriye’deki iç savaş bir bütün olarak AKP’nin Ortadoğu vizyonunu ve bu vizyon üzerinden iç siyasette yaygınlaştırmaya çalıştığı millet tasarımıyla uyumlu “Yeni Osmanlıcı” söylemleri etkiliyordu. Zira AKP’nin Ortadoğu’da Osmanlı mirasına yaslanarak bir nüfuz yaratma şeklindeki dış politika stratejisinin ne derece gerçekçi olduğunun sınanacağı alanlardan biri de Suriye idi. Burada Esad rejimini devirmeye çalışan stratejinin başarısız olması ve bir de buna ek olarak AKP rejiminin Sünni-merkezli Ortadoğu vizyonunda önemli bir yer tutan Mısır’daki Muhammed Mursi iktidarının da 1 Temmuz darbesiyle yerinden edilmesi “yeni Osmanlıcılık” olarak anılan politikanın Ortadoğu’daki zeminini büyük ölçüde ortadan kaldırdı.
2013 Haziran’ından itibaren yaşanan gelişmeler ise AKP’nin yalnızca Ortadoğu’daki değil, Türkiye’deki iktidar stratejilerini sarsacak nitelikler barındırıyordu; ve bu durum AKP iktidarının kalıcılığını veri alarak kendi siyasi kulvarını yaratmaya çalışan Kürt hareketinde de bazı savrulmaların yaşanmasına neden oldu. Bu gelişmelerin en önemlisi kuşkusuz Türkiye tarihinin bugüne kadar gördüğü en büyük halk ayaklanması olan Gezi Direnişi idi. Mayıs ayı sonunda başlayan ve daha sonra Haziran ayının bütününe ve ülke geneline yayılan Gezi direnişi AKP’nin toplumsal meşruiyetini önemli ölçüde sarsacak bir kitlesellik içeriyordu. Direniş boyunca ortaya çıkan gösteriler özellikle 2009 sonrasında AKP iktidarının alamet-i farikası haline gelmiş bütün eğilimleri karşısına alıyordu: Dinsel-muhafazakar dayatmalar; Müslümanlık merkezli bir millet anlayışı; neoliberal kent politikaları; otoriter söylem ve pratikler; kibirli bir iktidar dili. AKP iktidarının bu gösteriler karşısında başvurduğu yoğun polis şiddeti protestoların kitleselliğini ve direncini arttırmaktan başka bir işe yaramadı ve AKP’nin toplumun geniş kesimi karşısındaki meşruiyetini iyice sarstı. Bundan da öte Haziran İsyanı’nın en önemli yanı o güne kadarki yerleşik siyasi kalıplara pek uymayan bir özgürlük arayışını ve direniş kültürünü filizlendirmesi ve başlı başına yeni bir karşı hegemonik potansiyeli barındırıyor olmasıydı. 2013 yılına AKP’yi barış sürecinin yegane siyasi muhatabı gibi görerek giren Kürt hareketi ortaya çıkan bu yeni dinamiği çelişkili biçimlerde kodlayarak, ikircikli bir siyasi tutum geliştirdi. Türkiye’nin tarihsel öneme sahip bir sorununun, Kürt sorununun, çözümüne ortak edilen bir aktör olarak AKP’nin, Türkiye toplumunun önemli bir kısmı tarafından bir ay süren eylemlerle reddedildiği bir durumda Kürt hareketinin son dönemlerde geliştirdiği müzakere stratejisi de önemli bir yara almış oluyordu.
2013 yılının Türkiye’deki bütün gündemler gibi Kürt meselesini de etkileyecek diğer bir olayı ise Aralık ayında ortaya çıkan AKP’li bakanlara ve hatta bir müddet sonra başbakanın ailesine kadar uzanma ihtimali taşıyan yolsuzluk soruşturmaları oldu. Soruşturmalar, iddialara göre, 2002’den beri AKP ile zımni bir işbirliği içerisinde bulunan Fethullah Gülen Cemaati’nin yönlendirmesiyle gerçekleşiyordu. Cemaat bu iddiaları hiçbir zaman kabul etmese de kendi medya ağının yayın politikasında da somutlandığı üzere soruşturmaların arkasında duran ve AKP’yi ilk defa bu derece karşısına alan bir pozisyona yerleşti. Aralık soruşturmaları AKP’nin 2002’den beri kendi rejimini kurmaya ve yerleştirmeye çalışırken önemli ölçüde destek sağladığı cemaatin iktidar bloğunun bütünlüğünü bozan bir meydan okumasına işaret ediyordu. Bunun Kürt meselesi açısından anlamı ise, Kürt hareketinin barış sürecinin muhataplarından biri olarak gördüğü AKP iktidarının bir müzakere sürecini yürütecek bütünlük ve istikrar görüntüsünden uzaklaşmasıydı. 2013 yılının son 6 ayı, müzakere sürecinin ana muhatabı olan AKP iktidarının önce toplumsal meşruiyetinin sonra da siyasi bütünlüğünün sarsılmasına tanıklık etti.
Kürt hareketinin 2014 yılında nasıl bir stratejiyle ortaya çıkacağı, Türkiye’de tam bir rejim bunalımı yaşanırken nasıl bir tavır alacağı şimdilik meçhul olsa da ilk göstergeler hareketin müzakere sürecini sonuna kadar zorlayacağı yönünde. Yukarıda Kürt sorunun artık bir kültürel hak ve özgürlükler ve Kemalist devlet geleneğine karşı demokratikleşme meselesi olmaktan iyice çıktığını, başka ve karmaşık boyutlar kazandığını söylemiştik. Artık gittikçe bölgeselleşen ve yeni, karmaşık toplumsal boyutlar kazanan bir sorunun çözümünde Ortadoğu’daki stratejisi akamete uğramış, Türkiye’deki toplumsal meşruiyeti ve siyasi istikrarı önemli ölçüde sarsılmış AKP gibi bir siyasi aktörün ne derece katkısı olabileceği oldukça tartışmalı gözüküyor. Hal böyleyken, Kürt sorunun bu yeni boyutlarıyla ele alınması ve bir çözüme kavuşturulması, Türkiye toplumunun özgürlükçü ve eşitlik yanlısı unsurlarının içerisine dahil olduğu bir süreç içerisinde gerçekleşebilir gibi gözüküyor. Bu unsurların kimlerden teşekkül ettiğinin yanıtı ise 2013 yılının Haziran ayında saklı duruyor.
[Bu yazı daha önce Sosyoloji Mezunları Derneği`nin (SOMDER) çıkardığı "Sosyolojik Tartışmalar" dergisinin Şubat 2014 sayısında çıkmıştır.]